2. İSTANBUL TASARIM BİENALİ / 2ND ISTANBUL DESIGN BIENNIAL
PROGRAMLAR
PROGRAMMES
— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —
FİLM GÖSTERİMLERİ / FILM SCREENINGS

Geleceği hayal edin... şimdi. Yirminci yüzyılın yazılı manifestoları yüksek sesle söylense kulağa böyle gelirdi. Oysa, eğer dikkatli dinlerseniz, gelecek daima buradadır. Bazıları gelecek hakkında konuşurken, bazıları çoktan oradadır. Kendi kendilerine yarattıkları, kendi geleceklerinde.

2. İstanbul Tasarım Bienali film programında gelecekte yaşamaya dair farklı yaklaşımlar gösterilecek. Kendi geleceğimizi yaratarak yaşamak. Kimi zaman bir topluluk kurarak veya bir hareket yaratarak toplu bir şekilde, kimi zaman da hayallerinizi takip ederek ya da ifadelerin araçlarını kullanarak kişisel bir biçimde. Bazen açıkça tanımlanmış, bazense neredeyse tesadüfen. Günlük hayatımızın hemen hemen her yönünü etkileyen geniş bir fikir yelpazesinde, yeni ve değiştiren bir biçime sebep olarak.

Imagine the future ... now. That’s how the written manifestos of the 20th century sounded aloud. Yet the future is always present if you listen carefully. While some were talking about the future, others were already there. In their future, just by creating it themselves.

The film program of 2nd Istanbul Design Biennial shows different approaches to living in the future. Living in the future by doing it yourself. Collectively, by building a community or creating a movement, and personally, by following their own dreams and means of expressions. Sometimes clearly defined, sometimes almost accidental. Resulting in a wide range of ideas that influence almost every aspect our daily life in a new and altering manner.

The film program is curated by Perplekcity / Emine Yılmazgil & Pieter Kuster

— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —

EILEEN GRAY: INVITATION TO A VOYAGE
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 6/11, 19.30
TAK Kadıköy, 9/12, 19.30

Eileen Gray: Invitation to a voyage
52”, Jörg Bundschuh, 2006

1878’de Britanyalı aristokrat bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelen Eileen Gray, İrlanda’da geçen çocukluğunun getirdiği kısıtlamalardan kaçtığı Paris’te 70 yıl ayrıcalıklı bir hayat yaşadı. Henüz Kraliçe Victoria tahttayken doğan ve insanlığın ilk kez Ay’a ayak basmasından hemen sonra ölen Gray uzun bir hayat yaşadı. Yaşamı gibi çalışmaları da asırlık bir zaman dilimine yayıldı ve Fransa’dan Almanya’ya ve Hollanda’ya kadar döneminin önde gelen mimar ve tasarımcılarıyla birlikte çalıştı. 

Invitation to a voyage, hem kişisel olarak Eileen Gray’in tarzına hem de yüzyılın estetik anlayışına ilham veren bir dönem olan geçtiğimiz yüzyılın başlarında, tasarımcının Paris sanat sahnesinde oynadığı rolü araştırıyor. Bugün, geçen yüzyılın en etkili mimar ve tasarımcıları arasında sayılan Eileen Gray’in adı, Le Corbusier, Marcel Breuer ve Mies van der Rhoe gibi isimlerle birlikte anılıyor. E-1027, yani Gray’in bir efsane haline gelen evi, modern mimarinin yaşayan en ilgi çekici örnekleri arasında gösterilirken, tasarımcının mobilyaları dünyanın önde gelen müzelerinin koleksiyonlarında yer alıyor.

Peki, ama bu kadın nereden çıktı? Nasıl oldu da bu İrlandalı kadın 20. yüzyılın stil ideallerinin oluşmasında bu kadar önemli bir rol oynadı? Ödüllü yönetmen Jörg Bundschuh, erkeklerin dünyasında bir kadının, başarı ve başarısızlığın ve bir sanatçının yeniden keşfinin öyküsünü anlatıyor. Invitation to a voyage bir ikonun yaradılışına tanıklık ediyor.

Born in 1878 into an aristocratic British family, Eileen Gray escaped the restraints of an Irish childhood to a privileged life in Paris, where she lived for over 70 years. Hers was a long life, born when Queen Victoria was on the throne, dying just as the first man walked on the moon. Her work, too, like her life, spanned a century and saw her collaborate with many of the leading architects and designers of her time, from France to Germany and the Netherlands.

Invitation to a Voyage explores the designer's role in the art scene of Paris in the early years of the last century, a period that inspired both the style of Eileen Gray herself and the aesthetic of a century. Today Eileen Gray ranks among the most influential architects and designers of the last century, her name mentioned with those of Le Corbusier, Marcel Breuer and Mies van der Rohe. E-1027, Gray's legendary house, is regarded as one of the  most interesting living examples of modern architecture, while her furniture forms part of the collections of leading museums internationally.

But where did she come from? How did this Irishwoman come to play such a key role in forming the style ideals of the 20th century? Award-winning director Jörg Bundschuh tells the story of a woman in a man's world, a story of success and failure and the rediscovery of a great artist. Invitation to a Voyage looks at the making of an icon.

MICROTOPIA
TAK Kadıköy, 11/11, 19.30
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 11/12, 19.30

Mikrotopia
55 ”, Jesper Wachtmeister, 2013

Mikrotopia küçük, taşınabilir veya geçici alanlarda yaşam düşleri sunuyor. Dünyanın farklı yerlerinden çok sayıda başarılı mimar, yapı ustası ve sanatçı, gereksiz her şeyin kaldırıldığı ve eski ve eskimiş görünen eşyaların kullanıldığı radikal yaşam alanı çözümleri öneriyorlar. Bütün bunların ardında basit bir soru yatıyor: Gerçekten ne kadar alana, eşyaya ve konfora ihtiyacımız var? Çöpten adalar, ağaçlara asılı çadırlar, tekerlekli mikro-evler, konut olarak kullanılabilen uyku kapsülleri ya da deneysel asalak kentsel mimari örnekleri yapsalar da, çevresel sonuçlar doğurmayan yeni topluluk biçimleri bulma çabasında birleşiyorlar.

Evinizi cebinizde taşımak ya da içinde yaşayabileceğiniz giysilere sahip olmak konusunda ne hissederdiniz? Çoğumuz için “ev” istikrar, bina ve kalıcılık anlamına gelir. Nüfusun hızla arttığı teknolojik kazanımlar çağında, bugünün mobil toplumu, taşınabilir ve yeni ortam ve durumlarda var olabilen konutlara karşı bir talep veya belki de bu konuda bir düş geliştirdi.

Mikrotopia mimarlar, sanatçılar ve sıradan problem çözücülerin, taşınabilirlik, esneklik ve “şebekeden” özgürleşme düşlerine cevaplar bulmak için sınırları nasıl zorladıklarını araştırıyor. Modern göçerler, evsizler, baskı altındaki insanlar, mahremiyet arayan ya da inzivaya çekilmek isteyen insanlar.  Konutlarının ardındaki kişisel nedenleri dinliyor ve nasıl kullanıldıklarını izliyoruz. Bu meskenlerin, kendilerini yaratanların düşlerini kaldırımlarda, çatılarda, endüstriyel bölgelerde ve doğada nasıl gerçekleştirdiğini göreceğiz. Mikrotopia aciliyet taşıyan çağdaş fikirlerin nasıl ele alınıp çözümlendiğini son derece şaşırtıcı bir biçimde işliyor.

Microtopia presents dreams of life in small, mobile or temporary spaces. Several successful architects, builders and artists from different parts of the world propose a radical solution to living space in which all unnecessary things are removed and seemingly old and worn-out items are utilised. Behind all this is a simple question: How much space, stuff and comfort do we really need? Whether building islands from garbage, tents hanging from trees, micro-homes on wheels, residential sleeping pods or experimental urban parasitic architecture, they are united by the effort to find ways to form new communities without environmental consequences.

How would you feel about carrying your home in your pocket or having clothes to live in? For most of us, “house” means stability, structure, and permanence. In an age of increasing population and technological gains, today’s mobile society has resulted in a demand, or perhaps a dream, for portable dwellings and dwellings in new settings and situations.

Microtopia explores how architects, artists and ordinary problem-solvers are pushing the limits to find answers to their dreams of portability, flexibility – and of creating independence from “the grid”. Modern nomads, homeless people, people in stress, people in need of privacy or seclusion. We hear about the personal reasons behind the dwellings, and to see how they actually work. On the sidewalk, on rooftops, in industrial landscapes and in nature we will see and feel how these abodes meet the dreams set up by their creators. Microtopia deals with a contemporary urgent ideas that are addressed, and solved, in a very surprising way.

LES GLANEURS ET LA GLANEUSE
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 13/11, 19.30
TAK Kadıköy, 2/12, 19.30

Les Glaneur et la Glaneuse
82”, Agnès Varda, 2000

“Fransız Yeni Dalga Akımının Büyük Ustası” yönetmen Agnès Varda, yemek arama kavramının önemini araştıran düşündürücü film-anlatısı Toplayıcılar filmiyle verimli kariyerinin zirvelerinden birine ulaştı. Fransa kırsalında hasat edilmiş tarlaları süpüren göçmen Çingenelerden, Paris pazarlarında israfa yol açan uygulamaları azaltmaya çalışan aktivistlere kadar çok farklı toplayıcılık yöntemleri arasında ilişkiler kuran Varda, yolun sonunda filmler yapmak için imgeler “topladığı” kendi kariyerine dönüyor. Bu şiirsel belgesel aynı zamanda, bir sinemacı olarak kariyerinin 50. yılındaki Varda’nın ilk dijital film girişimi. Belgelediği insanlar kadar kendisini de konu alan film Fransa’nın unutulmuş insanlarının çalışma koşullarını incelerken, el kamerası ile gizlice çekilen, hafızalardan silinmeyecek görüntüler ortaya koyuyor.

Director Agnès Varda, referred to as the “Grande Dame of the French New Wave,” hits a high point in her prolific career with The Gleaners and I, a ruminative film essay that explores the significance of foraging. By connecting different methods of gleaning – from nomadic gypsies in the French countryside scavenging picked-over fields to activists trying to reduce wasteful practices in Parisian markets – Varda finds her way back to her own career in which she “gleans” images to create films. This poetic documentary Marks Varda’s first foray into digital filmmaking, in her fifth decade as a filmmaker. As much about Varda herself as her subjects, this film features memorably candid handheld camerawork as it examines the circumstances of some of France's forgotten people at their work.

THE MAN WHO PRINTS HOUSES
TAK Kadıköy, 18/11, 19.30
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 04/12, 19.30

The Man Who Prints Houses
60 ”, Mark Webb & Jack Wakewalker, 2012

The Man Who Prints Houses, Enrico Dini’yi anlatan bir belgesel. Dini, bir robotbilim uzmanı. Kendi deyimiyle, aynı zamanda bir “taş simyacısı”: Kayaların deniz altında oluşum süreçlerini bire bir taklit edebiliyor. Bu iki becerisini bir araya getirerek, üç boyutlu baskı esasına dayanan, devrim niteliğinde yeni bir inşaat tekniği geliştirdi. Enrico istenilen her biçim ve boyutta evin robotik olarak masif taşa basılabileceği günlerin hayalini kuruyor –ama hepimizin bildiği gibi, hayallerin de bazen bir bedeli oluyor...

İnşaata bakışımızda devrim yapmak üzere yola çıkan Enrico Dini’nin aile hayatı sarsıntılar içinde ve işleri de çok kötü durumda; acaba herkesin iyiliği için kendisinden çok fazla ödün mü verdi? The Man Who Prints Houses, dünyayı sonsuza kadar değiştirmek isteyen bir dahinin dengesiz zihnine yakından bakan dokunaklı, komik ve büyüleyici bir belgesel.

The Man Who Prints Houses is a documentary about Enrico Dini. Dini is a robotics expert. He is also a self-styled ‘stone alchemist’: Able to mimic the process of how rock forms under the seabed. Combining these two skills, he has developed a groundbreaking new construction technique based on the principle of 3D-printing. Enrico’s dream is to one day see houses of any shape and size printed robotically in solid stone – but as we all know, dreams can come at a price...

Enrico Dini is on a quest to revolutionise the way we view construction. But with his family life in tatters, and his business on its knees – has he sacrificed too much for the greater good? The Man Who Prints Houses is a poignant, funny and awe-inspiring documentary that delves into the troubled mind of a genius intent on changing the world forever.

RE-SET, NEW WINGS FOR ARCHITECTURE
ROSAS DANST ROSAS
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 20/11, 19.30

Re-Set, New Wings For Architecture
Frans Parthesius

Re-Set: New Wings For Architecture, Hollandalı dekoratör ve peyzaj tasarımcısı Petra Blaisse ve Amsterdam’daki mimari ofisi Inside Outside üzerine portre çalışması niteliğinde bir film. 2012 Venedik Mimari Bienali için yapılan enstalasyon bütün Hollanda Pavyonu’nu kaplıyordu. Jenerikte yer alan grafik planlar Rietveld Pavyonunun penceresine basılanlarla aynıydı ve perdenin mekandaki hareket ve pozisyonlarını açıklıyordu

Film portrait on Re-Set, New Wings for Architecture, the work of Petra Blaisse, Dutch interior and landscape designer, and her Amsterdam based office Inside Outside. The installation made for the Venice Architecture Biennial edition 2012, employing the whole Dutch Pavilion. The graphical plans in the title sequence are the same as those printed on the window of the Rietveld Pavilion to explain the movements and positions of the curtain in the space.

Rosas danst Rosas
57 ”, Thierry de Mey, 1997

Thierry De Mey Rosas danst Rosas’ın çekimlerini Henry Van de Velde’nin Leuven’deki eski mimarlık teknik okulunda gerçekleştirdi. Film versiyonu gösterinin kendisinden çok daha kısa. Thierry De Mey bu filmde, dört dansçıdan oluşan 1995 ve 1996’daki kadronun yanı sıra, gösterinin uzun tarihi boyunca dans eden diğer tüm performansçıları da içeren, ağılıklı olarak ara çekimlere dayanan bir versiyon tercih etmiş.  Van de Veldes binasının geometrik ve mekansal niteliklerinden sonuna kadar faydalanıyor. Bina, tesadüf eseri, filmin çekilmesinden hemen sonra kapsamlı bir renovasyona alındığından, film binanın orijinal mimarisine son kez tanıklık ediyor. Film Avrupa’nın bütün önemli TV kanallarında gösterildi ve ‘sanat filmi çevrelerinde’ de kendine bir yer edindi.

Thierry De Mey filmed Rosas danst Rosas in the former technical school of architect Henry Van de Velde in Leuven. The film version is much shorter than the show itself. In his film Thierry De Mey opts for a heavily ‘inter-cut’ version in which, apart from the cast of four dancers from 1995 and 1996, he also has all the other performers from the long history of the show dance along. He makes maximum use of the geometrical and spatial qualities of the Van de Veldes building. Incidentally, the building was thoroughly renovated straight after the film was made, making it one of the last testimonials to the original architecture. The film was shown on all of the major European television channels and also had a cinema career in the ‘art house circuit’.

AUTO*MAT
TAK Kadıköy, 25/11, 19.30

Auto*mat
90 ”, Martin Marecek, 2009

Belgesel türünü animasyonla birleştirip, kışkırtıcı durumlarla zaman prensibini hareketlendirerek birçok tarzı bir araya getiren bu film, aynı zamanda bir bisikletçi olan yönetmenin kendi kişisel hikayesinin yanı sıra, Auto*mat girişiminin otomobillere karşı geliştirdiği şiirsel protesto gösterilerinden, yaşayan sivil toplumun yapıcı bileşenlerinden biri olmaya giden yolculuğunu anlatıyor.

Ödüllü belgesel film Auto*mat (Son 10 Yılın En İyi Çek Belgeseli Ödülü) Çek Cumhuriyeti’ndeki yaygın otomobil kültürünün iç yüzüne farklı açılardan bakıyor. Belgesel bu durumu, şehir yetkililerinin birkaç basit bisiklet yolu oluşturmadaki beceriksizlikleriyle kıyaslayarak anlatıyor. Lastik yakma şölenleri ve (büyük bölümü ateist olan bir ülkede) bir rahip tarafından kutsanan megaloman bir yol tüneli izliyoruz.  Çok sayıda varsayım ve önyargıya meydan okuyan film, kamusal alanların rolü ve şehir içi ulaşım konularında daha yaygın bir tartışma başlatıyor. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsak, kendimizi değiştirmeyi düşünmeye başlamalı ve harekete geçmeliyiz!

A film of many styles, combining a documentary with animation, jazzing up the time principle by provoking situations, tells a personal story of the director-biker as well as the journey of Auto*Mat initiative from poetic demonstrations against cars to constructive component of a living civic society.

The award-winning documentary movie Auto*Mat (winner of Czech Documentary of the Decade Award) offers multiple insights into Czech car culture, which rules over all. The documentary sharply contrasts this with the inability of the city officials to organize even a few simple bike lanes. We see tyre-burning feasts or a megalomaniac road-tunnel blessed by a priest (in a predominantly atheist country). The movie challenged many assumptions and prejudices, generating wider public discussion about the role of public spaces and transport in the city. If we want to change something, we have to start thinking about changing ourselves and act!

UTOPIA 3, WORLD’S LARGEST SHOPPING MALL
THE GRUEN EFFECT
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu / Galata Greek Primary School, 27/11, 19.30

Utopia 3, World’s Largest Shopping Mall
13”,  Sam Green & Carrie Lozano, 2009

Dünyanın en büyük alışveriş merkezi meğer Bloomington, Minnesota’daki meşhur Mall of America (Amerika AVM) değil, Çin’in Guagzhou şehrinin dışında yer alan Güney Çin Alışveriş Merkezi’ymiş.  Amerikan tüketici kültürünün bütün tekniklerine fark atan Güney Çin AVM, Disneyland, Las Vegas ve Mall of America’yı tek çatı altında topluyor. Merkezde lunaparklar, mini parklar, içinde yüzlerce dükkanı alacak yer bulunan klasik batılı tarzda binalar arasından akan kanallar ve göller var. Fakat bu AVM’yi inşa eden Çinliler, orta-sınıf alışveriş kültürünün tüm şatafat ve görkemiyle birlikte bir şey daha ithal etmiş görünüyorlar: Uyarı niteliğinde bir kapitalist kibir masalı. Uluslararası iş dünyasında büyük başarı kazanan Guagzhou’lu Alex Hu, Güney Çin AVM’yi doğduğu kentte başarısına adanmış bir anıt olsun diye yaptırdı. Oysa şehrin yakınlarında hiçbir büyük havaalanı ya da otoyol bulunmuyordu. İnşasından dört yıl sonra, bugün içinde ne dükkan ne de alışverişçi olmadan, bomboş halde duruyor. Fakat Çinliler Amerikalıların yakından tanıdığı bir başka kavram daha ithal etmişler: Güney Çin AVM iflas edemeyecek kadar büyük kabul ediliyor. Dolayısıyla çalışanlar, in cin top atan geniş alanların köşe bucak bakımını yapmaya girişmeden önce bayrak törenlerine ve “markalaşma” konusunda motivasyon konuşmalarına katılıyorlar. Eğer Çin dünya ekonomisinin geleceği ise, Utopia 3, bize olacaklar hakkında sarsıcı bir fikir veriyor.

The largest mall in the world turns out not to be the famous Mall of America in Bloomington, Minn. It’s the South China Mall outside of Guangzhou, China. Outdoing the techniques of American consumerism, South China Mall is Disneyland, Las Vegas and Mall of America rolled into one. There are carnival rides, mini-parks, canals and lakes amid classic Western-style buildings with space for hundreds of shops. But along with the glitz and glory of middle-class shopping, the mall’s Chinese developers seem to have imported something else — a cautionary tale of capitalist hubris. Alex Hu, a local Guangzhou boy who made it big in international business, wanted South China Mall to be a hometown monument to his success — even though Guangzhou has no major airports or highways nearby. And four years after its construction, the mall sits virtually empty of both shops and shoppers. But the Chinese have imported yet another concept familiar to Americans — South China Mall is considered too big to fail. So, employees line up for flag-raising ceremonies and pep talks about “brand building” before going off to maintain the deserted concourses meticulously. If China is the future of the world economy, Utopia, Part 3 just may be a startling peek at what’s to come.

The Gruen Effect
54 ”, Anette Baldauf & Katharina Weingartner, 2009

The Gruen Effect’te bir mimarın hayatı, işleri ve eleştirel mizah, bugün içinde yaşadığımız şehirlere bir anlam verebilmenin araçları haline geliyor. Viyanalı mimar Victor Gruen, alışveriş merkezi ve yayalara ayrılmış alan kavramlarının babası kabul ediliyor. Gruen’in kentsel planlama konusundaki hem etkili olan hem de kötüye kullanılan fikirleri, kentleri yeni tüketim tanrılarının hizmetine soktu. Victor Gruen’in savaş öncesi Avrupa’dan 50’li yılların Amerikası’na ve oradan 1968’de tekrar Avrupa’ya uzanan yolculuğunun izini süren belgesel, bugün kent hayatını belirleyen tema ve çeviri hatalarını araştırıyor.

In The Gruen Effect, an architect's life, work and critical humor become a means to make sense of the cities we live in today. The Viennese architect Victor Gruen is considered the father of the shopping mall and the pedestrian zone. His ideas about urban planning, both influential and abused, have led to cities that serve the new gods of consumption. By tracing Victor Gruen’s path from prewar Vienna to fifties America and back to Europe in 1968, the documentary explores the themes and translation errors that have come to define urban life.


Drop City

82”, Joan Grossman, 2012

www.dropcitydoc.com


1962 yılında Gene Bernofsky, Jo Ann Bernofsky ve Clark Richert Lawrence’deki Kansas Üniversitesi’nde öğrenciydiler. Gene ve Clark “Drop Art” adını verdikleri bir kavram geliştirdiler (ve bu terimi döneme damgasını vuran “Turn on, tune in, drop out” sloganından çok önce buldular.) Lawrence’daki bir apartmanın çatısından sanat eserleri “atarak”, giderek materyalistleştiğini ve savaş çığırtkanlığı yaptığını düşündükleri topluma rağmen, sanatı günlük hayatın doğal bir parçası haline getiriyorlardı. 

1965 yılında Colorado’nun Trinidad kasabası yakınlarında küçük bir arazi satın aldılar ve buraya Drop City adını verdiler. Çok geçmeden diğer sanatçılar, yazarlar ve mucitler de aralarına katıldı ve yaratıcı işlere değer veren bir komün oluşturmaya başladılar. 

Drop City’nin ışıldayan binalarının mimarisi Buckminster Fuller’in jeodezik kubbelerine ve güneş enerjisi ve geometrik yapılar konusunda bir öncü olan Steve Baer’in kristale benzer tasarımlarına dayanıyordu. 

Komün sakinleri inşaat konusunda deneyimli sayılmazlardı ama son derece yaratıcı ve hevesliydiler. Kubbeler hemen hemen sıfır maliyetle, artık kereste, şişe kapakları ve kesilip alınmış araba tavanları gibi geri dönüştürülmüş malzemeler kullanılarak yapıldı. Drop City bir tür deneysel inşaat laboratuarına dönüştü ve 1966 yılında bizzat Fuller, Drop City’i Dymaxion ödülüyle onurlandırdı. Ödül “yapılarla ilgili şiirsel derecede ekonomik kazanımları” nedeniyle verilmişti. 

Bütün dünyanın dikkatini çeken Drop City, yeni bir alternatif komünler kuşağına ilham verdi ama bu yoğun ilgi yüzünden fazlasıyla kalabalıklaşan komün zaman içinde geçici misafirlere terk edildi. 1973 yılına gelindiğinde Drop City dünyanın ilk jeodezik hayalet şehrine dönüşmüştü. 

Bugün Drop City 1960’ların ilk kırsal komünü kabul ediliyor ve ilk dönemlerinde güneş enerjisi ve geri dönüştürülmüş malzemelerle yaptıkları deneyler yeşil ekonomiye ve yeni bir “kendin-yap” kuşağına ilham veriyor. 

--

In 1962, Gene Bernofsky, Jo Ann Bernofsky and Clark Richert were students at the

University of Kansas in Lawrence. Gene and Clark developed a concept they called “Drop Art” (coining the term well before the era-branding slogan, “Turn on, tune in, drop out”). "Dropping" artworks from the rooftop of a loft space in Lawrence, they were making art a spontaneous part of everyday life in the face of a society they saw as increasingly materialistic and war-mongering.

In 1965, they bought a small piece of land near Trinidad, Colorado and called their settlement Drop City. They were soon joined by other artists, writers and inventors, and they started building a community that celebrated creative work. Drop City's dazzling structures were based on Buckminster Fuller’s geodesic domes and the crystalline designs of Steve Baer, a pioneer in geometric structure and solar energy.

The Droppers had little building experience, but they were full of ingenuity and exuberance. The domes cost almost nothing and were made from salvaged materials – culled lumber, bottle caps and chopped-out car tops. Drop City became a lab for experimental building, and in 1966 Fuller himself honored Drop City with his Dymaxion Award for “poetically economic structural accomplishments.”

Drop City attracted international attention and inspired a generation of alternative communities. But the flood of attention led to overcrowding, and the community was eventually abandoned to transients. By 1973, Drop City had become the world’s first geodesic ghost town.

Drop City is now recognized as the first rural commune of the 1960s, and its early experiments with solar technology and recycled materials speak to a green economy and a new generation of DIYers.




— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —
Bienal Eş Sponsorları

— — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — — —